Cumartesi, Eylül 27, 2008

Allahın nuru ile bakmak

Nur, maddî ve manevî karanlığın tam zıddıdır. Maddî nur ışık ve aydınlık, manevî nur ise hidayettir.
Nitekim Rabbimiz Nur suresi 35. ayet-i celilesinin baş tarafında:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur"buyurarak kâinattaki her şeyin ışık ve aydınlığının kendinden olduğunu ve kendisinin yarattığını bizlere haber verirken, ayet-i celilenin son tarafında ise "Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir..." buyurarak dilediği kimseleri de manevî nura(hidayete) eriştireceğini de haber vermektedir.



Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de:

“Allah’ım sana hamd olsun. Sen, göklerin, yerin ve onlarda bulunanların nurusun.” (Buharî, Müslim) “Allah’ım, kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, kulağımı nurlandır, sağ yanımı nurlandır, sol yanımı nurlandır. Üstümü nurlandır, altımı nurlandır, önümü nurlandır, arkamı nurlandır. Hâsılı benim her tarafımı nurlandır.” (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Rabbimizin emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmak nur, emirlerine uymayıp yasaklarından kaçınmamak ise zulümattır, karanlıktır.

Nitekim Rabbimiz:

“Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür.” (Bakara 257) buyurmaktadır.

İman bir nurdur. İbadetler, güzel ahlak da bir nurdur.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Namaz kişinin kalbinde bir nurdur. Artık sizden dileyen onunla nurlansın, kalbindeki nuru artırmaya çalışsın” (Müslim, Tirmizî) buyurmaktadır.

Allah Teâlâ’nın nuruyla nurlandırılmayan kalpler ölü, gözler kör, kulaklar ise sağırdır. Rabbimiz:

“Onların kalpleri vardır onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar” (Araf 179) buyurmaktadır.

Günü ışıtan güneş, ziyasını; geceyi aydınlatan ay da nurunu Allah Teâlâ’dan aldığı gibi; Hakkı anlayan kalp, hakikati gören göz, doğruyu işiten kulak, hakkı batıldan ayıran akıl da nurunu Allah Teâlâ’dan almaktadır.

Dikkat edilirse Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin duasında Rabbinden nurlandırılmasını istediği ilk yer kalbidir. Nasıl ki maddî kalbin ölümü bedenin ölümüne sebepse, manevî kalbin ölümü de ruhun sönmesine sebeptir.

Allah Teâlâ ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, insan kalbine çok önem vermiş ve onun fonksiyonlarını yok edecek davranışları sürekli men etmişlerdir.

İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre: “Bu dünyada kör olan ahirette de kör olacaktır” (İsra 72) ayeti nazil olunca, gözleri görmeyen Abdullah ibni Ümmü Mektum Allah Rasûlüne gelerek:

“Ey Allah’ın elçisi! Ben şu dünyada âmâ olarak yaşıyorum, ahirette de mi kör olacağım” demesi üzerine Hac suresi 46. ayeti nazil olmuştur:

“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun? (Dolaştılar ama ibret almadılar) çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.”

Gönül güzü kapalı olunca gön gözü neye yarar. Santral bozuk olunca ahize ne işe yarar. Rabbimiz buyuruyor:

“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O, Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben hakikaten görür idim! der. (Allah) buyurur ki:

İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi. Ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Taha 124-126)

Allah Teâlâ nurdur, O’nun ayetleri nurdur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz nurdur. Melekler nurdur. Masiyetten korunan mümin de nurdur. Nurdan yüz çevirenin nurdan nasibi olmaz. Nurdan nasibi olmayan da karanlıklarda kalır ve yolunu şaşırır.

Rabbimiz ayet-i celilesinde:

“… Allah onların nurunu giderir ve onları görmez bir şekilde karanlıklar içinde bırakır.” (Bakara 17) buyurmaktadır.

Nura kalplerini, gözlerini ve kulaklarını kapayanların akıbeti budur.

Samimi bir şekilde iman edip kendisinden hakkıyla korkanlara ise Allah celle celaluh bir nur verir ki ona firaset denilmektedir. Anlamak ve bilmek manasına gelen firaset, kalp gözüyle görülen eşyanın hakikatini, aklın idrak etmesidir. Rabbimiz:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir.” (Enfal 29) buyurmaktadır.

Elmalılı merhum bu ayette geçen “Furkan”ı, “hem zahir hem batında, hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur verir” şeklinde tefsir etmiştir.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de: “Müminin firasetinden sakınınız. Zira o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizî) buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifin izahlarında da iman ile firaset arasında yakın bir ilişki kurulmuş ve firasetin imanın kuvvetli ve zayıf oluşuna göre artıp eksileceği üzerine durulmuştur.

Samimi imandan neşet eden nur, kalbi, gözü, kulağı ve aklı aydınlatır. Bu aydınlanma ile hayata ve onun olaylarına bakan insan ne nefsin, ne de şeytanın aldatmasına kanmaz.

Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Mümin bir kovuktan iki kere ısırılmaz.” (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Günahlarla hayatını karartan, şehvetin, hırsın, öfkenin, hasedin kulu haline geldiği halde işin farkına varamayan insan firaset yoksuludur.

Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Her günah kişinin kalbinde siyah bir leke meydana getirir.” buyurarak günahların firasetin yok edicisi olduğunu haber vermektedir.

Şeyh Kirmâni de:

“İnsan haramlara gözünü kapar, şehevânî duygulardan elini eteğini çeker, iç dünyasını murakabe ile dış âlemini de sünnet-i seniyenin ihyasıyla onarır ve her zaman helal dairesinde kalabilirse böyle biri firasetinde asla yanılmaz” der.

Hazreti Osman huzuruna çıkan kişilere, “gözlerinizde günah izi görüyorum” deyince onlardan biri:

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden sonra vahiy mi? dedi. Hazreti Osman radıyallahu anh:

“Hayır! Fakat burhan, firaset ve sıdk vardır.” diye cevap verdi.

Bir genç Abdülhâlik Gocdivânî hazretlerine gelerek “müminin firasetinden sakının” hadisinin sırrını sorar. O da “sırrı belindeki zünnarı çıkarmandır” der. Genç, “zünnarım yok ondan Allah’a sığınırım” der.

Abdülhâlik Gocdivânî: Öyleyse çıkar kaftanını, der.

Kaftanın altından zünnarı (Hıristiyanlık alameti olan kuşak) görülen genç mahcup olur ve iman eder.

Bunun üzerine Abdülhâlik Gocdivânî: “Bu genç maddî zünnarını belinden çıkarıp attı. Biz de manevî zünnarımızı, gurur, kibri atalım” der.

Abdülhâlik Gocdivânî hazretleri vefatından önce yazmış olduğu bir şiirde şöyle diyordu:

Dosta mübarekim, düşmana musibetim.

Cenkte demir gibi, sulhta mum gibiyim.

Nur çeşmesinin başı Gocdivan, menzilimizdir.

Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum.

Vefatından 332 sene sonra, 1512/ H.918 yılında yüz bin kişilik ordu ile etrafı yakıp yıkan Safevîlerin Gocdivan kalesine saldırdıklarında kaleden çıkan beş bin Özbek askeri arasında nurânî bir zatın iki ağızlı kılıçla saldırarak Safevî ordusunu dağıttığı rivayet edilir.

Bu da göstermektedir ki basiret gözü ile bakabilenler, bırakın hayatlarında, ölümlerinden sonrasını bile Allah’ın nuruyla görebilirler. Basiretten yoksun firasetsizler ise gözlerinin önündekini bile göremezler. Gördükleri kabuktur, zahirdir. Hiçbir şeyin özüne eremezler.

Ebu Saidi’l-Harrânî’de:

“Firaset ziyasıyla temaşa eden, Hak nazarıyla bakmış olur” der.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz başta olmak üzere ashab ve tabiinden günümüze gelinceye kadar o kadar basiret ve firaset örnekleri anlatılmıştır ki bunlar saymakla bitmez.

Dün bu basiret ve firasete ulaşanlar olmuşsa, elbette bugün de bu basiret ve firasete ulaşılabilir. Yeter ki isteyelim ve gayret edelim. İmandan, ibadetten, ahlaktan, ihlâs ve samimiyetten nasibi olanların basiret ve firasetten de nasibi olur. Allah celle celaluh nuruyla onların ufkunu aydınlatır.

Büyükler ne güzel demişler: Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz diye. Firasetten, siyasetten, riyasetten, diyanetten, ticaretten, ziraattan, nasipsiz insanların, ülke ve milleti düşürdükleri şu vahim durumdan ancak basiret ve firaset sahipleri çıkaracaktır inşallah.